
İlhan İŞMAN
Gerçeği Konuşmuyor, Algıyı Yönetiyoruz…
Bu yazı biraz sabrınızı zorlayacak ama emin olun ki okuduğunuza da değecek…
Kamu kaynağını babasının malıymış gibi har vurup harman savuranlar, milletin vekili olduğu halde altın kaçakçılığı yapabilen, ama yüzü kızarmadan toplum içine çıkabilenler, seçildiği partiden eleştirdiği partiye, seçmenlerini hiçe sayarak yüzü bile kızarmadan transfer olanlar, insanların emeğini hiçe sayıp sahte diplomalar dağıtanlar, hakemlik yaparken kendi adına bahis oynamayı hicap saymayanlar, bu yazıyı sizler için yazıyorum. Belki insafa gelir de – EDEP YA HU – sözü kulağınıza küpe olur; duyarsınız diye…
Her sabah uyanıyoruz, gündem “ahlak”. Ertesi sabah uyanıyoruz, yine “ahlak”. Ama kimse şunu sormuyor: Ahlaktan söz ederken gerçekten aynı şeyden mi bahsediyoruz, yoksa herkes kendi çıkar paketini “değer” diye mi pazarlıyor?
Ahlaki erozyon dediğimiz şey bence tek cümleyle şu: Yanlışı artık yanlış gibi hissetmiyoruz.
Eskiden ayıp olan şeyler bugün “fırsat” diye anlatılıyor. Küçük yalanın adı “iletişim yönetimi” oldu. Kuralı esnetmek “pratik zeka”. Torpil “network”. Niteliksiz terfi “liyakat dışı atama” değil, “stratejik tercih”. Kimse kötü görünmüyor çünkü kelimeleri cilaladık. Vicdanı dil üzerinden susturduk. Gerçeği konuşmuyor, algıyı yönetiyoruz…
Bu çok tehlikeli, çünkü çürüme önce dilden başlar, sonra davranışta kalıcı hale gelir.
Şunu netleştirelim: Ahlak dediğimiz şey sadece bireysel namus hikâyesi değildir. Kadının ne giydiği, gencin gece kaçta dışarıda olduğu, çiftin evli olup olmadığı falan değil sadece. Ahlak aynı zamanda şudur:
– Kamu kaynağına elini uzatmamak.
– Gücü kötüye kullanmamak.
– Söz verdiğin işi düzgün yapmak.
– Hata yaptığında bahaneye değil sorumluluğa gitmek.
– Kendi çıkarın için insanı, kurumu, toplumu, ülkeyi yakmamayı bilmek.
Ve biz bu başlıklarda maalesef alarm veriyoruz.
Peki neden? Yine Durum-Sorun-Çözüm yaklaşımıyla konuyu mercek altına alalım, düşüncelerimizi sizlerle paylaşalım.
“Herkes yapıyor” normalleşmesi
Eskiden yanlış yakalanınca kişi utanırdı. Şimdi yakalanan rahat, yakalamayan ezik durumda. Yani suçun kendisi değil, yakalanma seviyesi itibarı belirliyor. Bu zihniyet en hızlı şu cümlede ortaya çıkıyor: “Ben enayi miyim?”
Mesela vergi ödeyen söylüyor: “Ben enayi miyim?”
Sınava gerçekten çalışan söylüyor: “Ben enayi miyim?”
İhaleye girmeye çalışan ama ‘tanıdığı olmayan’ söylüyor: “Ben enayi miyim?”
Bu “enayi değilim” savunması toplumsal kontratın çöküş ilanıdır. Çünkü bu cümle şunu ima eder: Dürüstlük artık rasyonel olmayan bir maliyettir.
Toplumun sigortası işte tam burada atar.
Kuralın istisnaya dönüşmesi
Biz kuralı şöyle algılıyoruz artık: Kural var, evet, ama “bana uygulanana kadar”. Maalesef gelinen noktada birey için de böyle, kurum için de böyle.
Okulda ayrıcalık isteyen veli, trafikte emniyet şeridine giren sürücü, sınavda soruları önceden alan aday, ihalede önceden bilgilendirilen şirket… Herkes aynı şeyi yapıyor: “Bu sistem zaten adil değil, ben sadece oyunu gerçek haliyle oynuyorum.”
Dikkat: Bu, kişisel bir günah değil sadece. Bu kurumsal bir çürüme. Çünkü kural artık performans kriteri değil; kural, saf olanları eleme filtresi.
Başarı tanımının bozulması
Gençlere ne anlatıyoruz? “Çalışırsan kazanırsın” mı diyoruz hâlâ? Temiz söyleyelim: Çocuk görüyor ki bazı insanlar çalışarak değil, bağ kurarak ilerliyor. Bazıları bilgiyle değil vitrinle değerleniyor. Bazıları liyakatle değil sadakatle yer tutuyor.
Ve genç şunu fark ediyor: Emek birincil yatırım aracı değil artık. Doğru yere yaslanmak daha kârlı.
Bu noktada motivasyon bitiyor, yerini iki duygu alıyor: Ya öfke, ya teslimiyet. İkisi de riskli.
Duygusuzlaşma
Ahlaki erozyonun en soğuk etkisi şu: Başkasının acısına karşı hissizlik.
Sosyal medyada her gün yıkım izliyoruz, felaket izliyoruz, adaletsizlik izliyoruz. Bir insanın hayatını mahvedecek bir iftirayı “içerik” diye tüketiyoruz. Bir başkasının onurunu, itibarını, mahremiyetini gündem eğlencesi yapıyor, sonraki videoya geçiyoruz.
Düşün: Bir dönem başkasının dramı kahve arası sohbet malzemesiydi; şimdi 15 saniyelik reel. Acının üretim bandı var. Ve acıya doygun bir toplum, vicdan refleksini kaybetmeye başlar. Vicdan refleksi gidince de denetim gider. Çünkü yanlış yapan artık şunu bilir: “Üç güne unutulurum.”
Bu cümle bir ülkenin en karanlık güvence cümlesidir.
Utancın kurumsal olarak devreden çıkması
Eskiden “yakalandı mı? bitti kariyer” denirdi. Şimdi “yakalandı mı? biraz sessiz kalır, sonra yeni pozisyonla döner” deniyor. Yani yaptırım yok. Cezasızlık artık istisna değil; cezalandırma istisna.
Cezasızlığın olduğu yerde etik eğitim veremezsin. Çünkü herkes davranışa değil sonuca bakar. Sonuçta maliyet yoksa ders de yoktur.
Peki bu tablo kader olabilir mi?
Hayır. Çünkü bu bir meteor çarpması değil. Bu insan yapımı.
Ahlaki erozyon geri döndürülebilir. Ama romantik nutukla değil, üç somut alanda net bir duruşla:
Şeffaflık
“Güveninize layık olmak için şeffafız” gibi vitrin cümlelerinden bahsetmiyorum. Gerçek şeffaflık: Denetlenebilirlik. Denetlenebilirlik: İz bırakmak.
Her kararın, her ihalenin, her atamanın, her sınav sürecinin izinin açık biçimde tutulması. Gerekirse canlı yayın gibi. Çünkü karanlık alan nerede varsa suistimal orada ürer. Karanlık daraldıkça fırsat daralır.
Şeffaflık vicdanın kurumsal versiyonudur.
Hesap verebilirlik
Hesap vermek “özür dilerim” demek değildir. Hesap vermek sonuç taşımaktır. Makama oturan kişi koltuğun konforundan önce sorumluluğunun ağırlığını hissetmezse, toplum o anda çıplak kalır.
Bu yüzden hesap verebilirlik kişiye değil yapıya bağlanmalıdır. Yani sistem şöyle çalışmalı: “Kim olursan ol, yaptığın izlenir, ölçülür, gerektiğinde yaptırım görürsün.”
Caydırıcılık ahlaki eğitimden daha etkilidir, çünkü karanlıkta bile çalışır.
Kültürel standart
Toplumun neyi alkışladığı neyin çoğalacağını belirler.
Biz kimi parlatıyoruz? Gerçek üreticiyi mi, yoksa agresif manipülatörü mü? Mütevazı yeteneği mi, yoksa yüksek sesli boşluğu mu? Dürüst memuru mu, yoksa açıkgöz tüccarı mı?
Toplumun ödül sistemi yeniden tasarlanmadan erozyon durmaz. Çünkü ahlak sadece yasalarla değil, prestijle de yönetilir. Kimin saygı gördüğü, kimin örnek gösterildiği, kimin “adam işi biliyor” diye konuşulduğu politiktir. Kültüre yön verir.
Bir noktanın altını özellikle çizmek isterim:
Bu mesele “gençlik bozuldu” kolaycılığı değildir.
Bu ülkenin gençleri doğuştan yozlaşmış falan değil. Gençler çok net bir şey istiyor: Adil oyun. Şeffaf kural. Emeğin karşılığı. Saygı.
Gençlerin itirazı ahlaksızlık değil, ahlaksızlığa maruz kalma zorunluluğu. Yani sorun nesil değil; sorun kurgu.
Toplum nereye gidiyor?
Eğer hiçbir şey değişmezse, tablo şöyle: Dürüst insan yalnızlaşacak. Yalnızlaşan dürüst insan ya sistemden çekilecek ya da adapte olup benzeşecek. Bu da çürümeyi hızlandıracak. Kurumlar içten boşalacak. Dışarıdan bakan makyajlı bir yapı görecek ama içeride fonksiyon kalmayacak. Yani vitrin devlet, vitrin şirket, vitrin değerler.
Ama bir alternatif senaryo daha var.
Toplumun belli bir eşiği var. Bu eşik aşıldığında insanlar “yeter” der ve yeniden tanım koyar. Tarih bunu defalarca yaptı. Dönüm anı genelde büyük sloganlarla değil, küçük ve ısrarlı reddedişlerle gelir: “Bana torpil teklif etme.” “Ben o evrakı imzalamam.” “Ben o haberi yaymam.” “Ben bu ihaleye girmiyorum çünkü şartname adil değil.” “Ben o yalanı RT etmiyorum.”
Bunlar küçük gibi görünür ama kritik bir yan etkisi vardır: Yalnız olmadığını gösterir. Çünkü en büyük yorgunluk, temiz kalmanın maliyeti değil, temiz kalanların sayısını bilmemektir.
Ahlak dediğimiz şey, yukarıdan indirilen bir tören kıyafeti değil. Tam tersine, günlük iş akış planıdır. Hepimizin “ben kimim?” sorusuna verdiği cevabın, kamusal hayattaki versiyonudur.
Bugün geldiğimiz noktada asıl risk, insanların kötü olması değil. Asıl risk, iyinin artık stratejik olarak “saflık” kategorisine atılması. Yani iyinin aptal kişi sayılması.
Bir toplum için nihai çöküş budur.
Bunu tersine çevirmek mümkün mü?
Evet, mümkün. Yeter ki artık ahlakı sadece başkalarının hayat tarzına karşı bir sopa gibi kullanmayı bırakalım ve kendi elimizin uzandığı yere ışık tutalım.
Herkes kendine bir soru sorarak başlayabilir: “Yarın manşete çıksa utanacağım hangi davranışı bugün normalleştirdim?”
Bu soru rahatsız edicidir. Zaten amacı da konfor alanını genişletmek değil, toplumsal iyileşmeyi sağlamaktır…

Yorumlar kapalı.