Yönetici Olarak Hz Peygamber

service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Yönetici Olarak Hz Peygamber

Prof. Dr. M. Hanefi PALABIYIK

Dokuz Eylül Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, İslâm Tarihi ve Sanatları Bölümü, (e mail: hanefim@yahoo.com, hanefim@deu.edu.tr)

 

Allah Resulü’nü “Yönetici Peygamber” olarak ele almanın, öncelikle bir takım ön bilgilerden/ön kabullerden hareket edilerek yazılabilecek bir konu olduğu kanaatini taşımaktayım.

Giriş

Allah Resulü’nü “Yönetici Peygamber” olarak ele almanın, öncelikle bir takım ön bilgilerden/ön kabullerden hareket edilerek yazılabilecek bir konu olduğu kanaatini taşımaktayım. Böyle bir başlık beraberinde ve doğrudan Hz. Peygamber’e yüklenmiş diğer fonksiyon ve sıfatların da olduğunu çağrıştırmaktadır. Bu sıfatlar mesela babalık, kocalık, komşuluk ve arkadaşlık gibi çok özel ve içeriye ait unsurlar olabileceği gibi, hakimlik, komutanlık, diplomatlık ve liderlik … gibi daha sosyal ve siyasal içeriğe de sahip olabilir.

Çoğunlukla bize ait olan yani modern dünyanın okumalarına mahsus bu kategoriler, bazen hızını ve sınırını da kaybederek anlam kaybına ve bizzat Peygamber’i yabancılaştırmaya hatta yeni imajlar oluşturmaya sebep olmaktadır: Mühendis peygamber, doktor peygamber, ziraatçi peygamber … gibi.

Burada ele alınması uygun görülen başlığın biraz indirgemeci de olsa Hz. Peygamber’e ait yanlış bir yakıştırma ve algı olmayacağı/oluşturmayacağı kanaatini taşımaktayım. Biraz indirgemeci olabileceğinin sebebi şudur: Hz. Peygamber, camide de, evinde de, savaş meydanında da, adliyede de peygamberdir ve peygamberlik onun temel, ayırt edici ve en önemli asıl vasfıdır. Hz. Peygamber’i ele alırken onun bu vasfını yani risalet yönünü gözden kaçırarak konuşmak çoğu zaman sakıncalı olmaktadır. Mesela kişiler kendi şeyhlerini, üstadlarını, sevdiklerini ve onların pozisyonlarını Allah Resulü’nünkiyle özdeşleştirmek gibi bir yanlışlığa ve meşrulaştırmaya girmektedirler. Bir yerel yöneticiler seçiminde yaşadığım bir olayı buna örnek verebilirim. Belediye başkanı adayı olan bir arkadaşıma, “seçim çalışmalarınız nasıl gidiyor?” diye sorduğumda, “Allah’ın nurunu söndüremezler, nasıl olsa kazanacağız!” şeklinde aldığım cevap üzerine ciddi bir tartışma olmuştu.

Bugün dinle hiç ilgisi olmayan, çok basit ve sıradan konularda bile, dini yaşama ve sünnete uyma adına Allah Resülü’ne referanslarda bulunmanın, rivayetleri ne kadar da çok bağlamından kopardığına, kastedilenin dışında anlamlara sürüklendiğine ve böylece dinin, risaletin ve sünnetin de içinin boşaltıldığına şahit olmaktayız.

Hâlbuki peygamberlerin asıl görevi “tebliğ”dir ve peygamberlerin tümü vefatlarına kadar, tebliğ vazifelerinin bilincinde olarak onun ifasına çalışmışlardır. Hz. Peygamber de bu duruma, veda hutbesinde iştirakçileri şahit tutarak, “vazifesini ne düzeyde ifa ettiğini” ümmetine tasdik ettirmiştir. Bu açıdan peygamberlerin diğer tüm pozisyonları gibi, devlet adamı olmak veya devlet kurmak şeklinde doğrudan görevleri olduğunu söylemenin de yanlış olduğunu düşünmekteyim.

Bu bağlamda temas edilmesini uygun gördüğüm iki husus daha var. Biri halifeliğin tarifi ve mahiyeti, diğeri ise İslam düşüncesinde makbul sayılan bir yönetim şeklinin olup olmadığıdır. “Halifelik, Hz. Peygamber’e halef olarak, Peygamber adına İslam’ın hükümlerini uygulamak ve dini muhafaza etmek suretiyle, din ve dünya işlerinde riyaset-i âmme sıfatı ile ona nâiblik etmektir; bunu yapan kimseye de halife denir.” şeklinde yapılan klasik tarifi, hem klasik dönem ve hem de günümüz açısından problemli bulmaktayız. Çünkü Hz. Peygamber’in ardından gelmekle (halef), “onun adına işleri çekip çevirmek” veya “ona nâiblik etmek” aynı değildir. Hiç kimsenin Peygamber adına konuşmak ve iş yapmak ile o tayin etmemişken onun naibliğini yapmak yetkisinde olamayacağı açıktır. Diğer taraftan halife, olsa olsa ümmetin temsilcisi olabilir ve ümmetten aldığı yetkiyle icraatta bulunabilir, asla peygamber adına değil. Bunu sahabede bile göremezken, nerede kaldı başkalarında görmek…

İslam düşüncesinde makbul sayılan bir yönetim şeklinin olup olmadığı meselesine gelince, bunun açık görüntüsü, hiçbir yönetim sisteminin olduğunu veya olmadığını söylemenin doğru olamayacağıdır. Ayrıca genelde kabul edildiğine göre İslam düşüncesinde bir yönetim biçiminin olmaması da bunun delili kabul edilebilir. Yönetim biçimi değilse de, ileride bahsedeceğim, Kur’an’ın da öne çıkardığı üzere yönetim ilkelerinin bulunması ve bunların Hz. Peygamberce de uygulanması idarecilik açısından önemlidir. Dört Halifenin işbaşına gelişindeki yöntemler, daha sonra İslam düşüncesi içerisinde, hilafet, saltanat, meşrutiyet, cumhuriyet ve günümüzde de demokrasi tartışmalarında delil olarak getirilmiş ve getirilmeye de devam etmektedir. Bu da aslında bir yönetim biçiminin olmadığının, yukarıda bahsettiğim yönetim ilkelerini uygulayan her yönetim ve yöneticinin meşru olabileceğinin göstergesi olmaktadır. Zaten İslam düşünce tarihinde yönetim biçiminden çok, yöneticinin ele alınıp tartışılması da bu yüzdendir.

Hz. Peygamber’in Medine’ye Hicret Öncesi Yöneticilik Pozisyonu

Devlet adamlığı söz konusu olduğu zaman, Mekke döneminde Hz. Peygamber için herhangi bir yöneticilikten söz edememekteyiz. Hatta bu dönemde Hz. Peygamber’in ve Müslümanların dini hususlar dışında, Mekke şehir devletinin kurallarına uyarak toplumun her türlü idarî ve sosyo-kültürel yapısına uygun davrandığını söyleyebiliriz. Hz. Peygamber’in Mekke’de geçirdiği onüç yıllık sürenin on yılı, zaten amcası Ebu Talib’in, kalan üç yılı da Ebu Süfyan’ın liderlik yıllarına tekabül etmekteydi.

Bu dönemde Allah Resulü, risaletine ve nübüvvetine karşı çıkanlarla, siyasî, askerî ve politik herhangi bir mücadeleye girişmediği gibi, tebliğini yaparken karşısına çıkan engelleri de sabır ve dirençle karşılamış ve onlara, sivil itaatsizlik denebilecek türden bir mücadeleyle karşı koymuştur. Onu ilk başlarda ciddiye almamışlar, delirdiğini, kendisine cinlerin musallat olmuş bir şair olduğunu veya sihre özenen biri olduğunu düşünmüşlerdi. Zamanla kendisine tabi olan inananların sayısında artış olunca, etrafındakileri ondan uzaklaştırmaya, onu yalnızlığa mahkûm etmeye ve hem ona hem de etrafındakilere fiziki, sosyal ve psikolojik baskılar uygulamaya başlamışlardır. Bunların ne Allah Resulü’nü ve ne de inananları yollarından döndürmediğini görünce, baskılara ek olarak bir takım tekliflerle Hz. Peygamber’i ikna etmeye ve risalet davasından vaz geçirme yollarına başvurmuşlardır. İşte bu tekliflerden biri, “… eğer gözün Mekke’nin liderliğindeyse, gel liderimiz sen ol. …” şeklinde konumuzla ilgili yapılandır ki, Allah Resulü, “davasının risalet olduğunu, insanları tevhide davet, tebşir ve tenzirle görevli bulunduğunu” söylemek suretiyle bu teklifleri reddetmiştir.

Ancak kabul etmelidir ki, Allah Resulü, Mekke’de devlet adamı pozisyonunda bir yönetici değilse de, etrafındakilerin yani “müminler topluluğunun yönetici lideri” olarak görülmelidir. Nitekim böyle olduğu içindir ki, müşrik ileri gelenleri de daha çok kendisini hedef almışlar, onu himaye eden amcası ve kabilesinin, davasından vazgeçmesi hususunda onu ikna etmesini çeşitli yollarla talep etmişlerdi.

Yine Resulullah’ın bir lider olarak etrafındakilerin geleceğini düşünmek hususunda çok titiz davrandığını, dikkatli ve temkinli adımlar attığını, onlara zarar gelmemesi için organize ettiğini, Erkam’ın Evi’nde toplanmak suretiyle onları yönlendirdiğini ve daha sonra da onları Habeşistan’a hicrete teşvik ve tavsiye ettiğini de görmekteyiz.

Kısaca Mekke toplumunda yaşadığı süre içerisinde Resulullah’ın İslamiyet’in gelişinden önceki konumu da, sonraki konumu da bellidir. O bir şair değildir, hatipler arasında ismi geçmemektedir, kavmine liderlik yapmamıştır, ismi kahraman ve savaşçı olarak, avcı ve dövüşçü olarak çıkmamıştır. O, toplumu içerisinde önde değil, sıradan herhangi biridir; meşhur değil, çevresi tarafından sevilen, kabul gören ve her türlü iş ve ilişkisinde güvenilen biridir, ‘el-Emîn’dir. O kendi şartlarına göre, toplumun faaliyetlerine iştirak eder; deve ve koyun güder; pazar ve panayırlara giderek şairleri, hatipleri ve atışmaları dinler; kavminin savaşlarına katılarak, onlara yardım eder; şehirötesi ticaret yapar… Peygamberliğinden sonra da üstlendiği bazı görevlerine ilaveten aynı mütevazı vasıflarını hep korumaya çalışmıştır. Resulullah hakkındaki rivayetlerin anlaşılıp yorumlanmasında, bu hususun çok önemli olduğunu düşünmekteyim. Çünkü onun peygamberlik öncesi dönemi hakkındaki rivayetlerin çoğu, gençlik ve hatta çocukluk döneminde çok meşhur olmuş biri hakkındaki anlatılar gibidir. Hâlbuki biz onun, toplumu içerisindeki büyük şöhretine, 40 yaşından yani peygamberliğinden sonraki konumuyla eriştiği görmekteyiz. Buradaki pozisyonu ise, Peygamberliğine ilaveten sadece ve sadece cemaatinin başındaki bir liderlik, grup başkanlığından öte bir şey değildir.

Buna göre Resulullah’ın devlet başkanlığı şeklindeki yönetici pozisyonunu Medine döneminden itibaren aramak durumundayız.

Hz. Peygamber’in Medine Dönemindeki Yöneticilik Pozisyonu

Allah Resulü Taif’te kalamayıp Mut’im b. Adiy’in himayesinde Mekke’ye geri döndüğünde, bir müddet sonra bu himayenin de bitebileceğini tahmin etmekteydi. Medine’ye gelen kabileleri dine davet ve tebliğle birlikte, “artık Mekke’de kalmasının mümkün ve doğru olmadığını” söyleyerek kendisini yanlarına kabul etmelerini de istemeye başlamıştı. Resulullah’ın tebliğine icabet etmekle birlikte iltica talebini kabul etmeyenler olduğu gibi, son olarak bu davet ve iltica teklifini Medineli bir grup kabul etmişlerdi. İki sene sonra da Medineli bu müminler grubu Medine’nin kendisini karşılamaya hazır olduğunu söyleyerek onu Medine’ye çağırmışlardı.

Kendisini Medine’ye davet eden grup, önce “Bey’atu’n-Nisa=Kadınlar Bey’atı” denilen usulle, “Hiçbir şeyi Allah’a eş koşmayacaklarına, hırsızlık ve zina yapmayacaklarına, çocuklarını öldürmeyeceklerine, birbirlerine iftira etmeyeceklerine, emirlerine uyacaklarına” dair Hz. Peygamber’e söz verdiler ve ona bey’at ettiler. Ancak daha sonra, bi’setin onüçüncü yılında Hz. Peygamber, “Hicret ettiği takdirde kendisini, canlarını, mallarını, çocuklarını ve kadınlarını korudukları gibi koruyacaklarına, rahat günlerde de sıkıntılı anlarda da ona itaat edeceklerine, bollukta da darlıkta da gerekli malî yardımları yapacaklarına, iyiliği emredip kötülüğe engel olacaklarına, hiç kimseden çekinmeden hak üzere bulunacaklarına ant içip bey’at etmeye davet etti. Orada bulunan 75 Medinelinin hepsi, bu şartlarla ona bey’at ettiler. Bu bey’ata da “Bey’atu’r-Rical=Erkekler Bey’atı” denmektedir.

Resulullah’ın, bir lider olarak hicreti sonrası yaptığı icraatları arasında, Mescid-i Nebinin inşaı, ailesi için birkaç oda ve “suffa” yapımı vardır. Resulullah yine bu sıralarda, bir lider olarak Mescid-i nebevîde ashab arasında kardeşlik tesis etmiş ve 186 Mekkeli aileyi, bir o kadar Medineli ailenin yanına yerleştirmiştir. Bunun muhacir ve ensar arasında samimiyet ve ünsiyet yaratmak ve bunu devam ettirmek, böylece de iktisadi ve içtimai bir dayanışma ile güçlü bir toplum oluşturmak gibi hedefleri vardı. Ayrıca bundan sonra her yerde karşımıza çıkacak olan, “o devletin temel ideolojisi neydi?” sorusunun cevabını da, “din kardeşliği” olarak ikame etmek, Allah Resulü’nün hep gözeteceği husus olmuştur. Yine bir yönetici olarak, Mekke’de mallarını mülklerini bırakarak gelen muhacirlerin ihtiyaçlarını gidermek düşüncesi de, Hz. Peygamber’in uzun vadede de çözmesi gereken önemli bir sorundu.

Bu sıralarda Medine’de bir devlet yoktu, kabileler vardı. Her kabile savaşta ve barışta bütün işlerde bağımsız idiler ve bir mahallede otururlardı. Kabilelerde, kabile fertlerinin hayat boyu görev için seçtiği emirleri vardı; bunlar barışta yargıç, savaşta komutanlarıydı (Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi I-II, Çev. Salih Tuğ, İrfan Yay., 5. Baskı, İstanbul 1990, I,186; Hamidullah, Muhammed, İslâm Anayasa Hukuku, Ed. Vecdi Akyüz, Beyan Yay., İstanbul 1995, s. 21). Bu yüzden Hz. Peygamber, Medine’de oluşmaya başlayan İslâm toplumunun konumunu ortaya koymak ve bunu sağlam esaslara bağlamak için toplumun diğer üyeleriyle karşılıklı hak ve vazifelerinin tayin edilip gösterilmesini gerekli görüyordu. Cemiyetin tüm kabileleriyle uyum içinde olunmalıydı. Resulullah bir yandan muâhat, nüfus sayımı ve şehrin sınırlarını tespit ettirmekle uğraşırken diğer yandan Yahudi ve müşrik Araplara güven vermeye çalışıyor, niyetinin Medine üzerinde mutlak bir egemenlik kurmak olmayıp yeni dinî cemaatinin güven içinde yaşamasını ve dinlerini yayma imkânlarını sağlamak olduğunu söylüyordu.

Resulullah Medine’nin mevcut şartları altında, Müslümanları olduğu kadar, gayr-i müslimlerin kabile başkanlarını da, Enes’in evinde topladı. Onlara karşılıklı olarak saldırmazlık ve ortak savunma antlaşması teklif etti. Kabilelerin çoğu ve Yahudiler bunu kabul ettiler. Kendisini “kitap” diye adlandıran (Hamidullah, İs. Pey., I,202-210, Vesikanın 1, 22, 37, 39, 42, 46. 47. maddeleri.) bu metin, Allah Resulü’nün sadece, tebaası ile kendisi arasındaki durum ve meseleleri tanzim eden bir emir değil, fakat aynı zamanda yazılı bir vesika niteliği taşıdığını da ifade etmektedir (Hamidullah, İs. Pey., I,191). Bu sözleşmeyi kabul eden kabileler böylece bir araya gelerek, ortak çıkarlarını korumak gayesiyle anlaşıp, bir devlet kurmuşlardır.

Resulullah’ın baştan beri hedefinde bir devlet kurmak ve o devletin başına geçmek gibi bir hedefinin olduğunu tabii ki söyleyemeyiz. Ancak realiteler göz önüne alınınca, Resulullah’ın sadece bir devlet tesis ve teşkil etmesi, şartları gereği oluşan bir zaruret değil, aynı zamanda, eğitim, yasama ve hükümet otoritesinin de bizzat onun elinde toplanmasından doğan bir mecburiyettir. Devlet (veya saltanat) onun nazarında bir gaye olmayıp, esas gayeye varmak için sadece bir vasıtadır (Hamidullah, İs. Pey., II,837). Resulullah’ın hayatının her safhasında, bilhassa devlet başkanlığı uygulamaları ve harplerinde, hedeflediği esas gayeyi gerçekleştirmek için takip ettiği yol, İslâm’ın nitelik ve gayelerine uygun olup, icraatlar da bunların doğrultusunda olmuştur.

Burada cevaplanması gerekli olan bir soru, dışardan gelen biri olarak ve az sayıdaki taraftarına rağmen, gerek Medineli müşriklerin ve gerekse Yahudilerin, nasıl olup da Hz. Peygamber’i devletlerinin başkanı olarak görmeyi kabul ettikleridir. Buna verilebilecek makul cevabın, kendi aralarında asırlardır devam eden çekişmenin, dışardan gelen biri tarafından daha kolay ve tarafsızca halledilebileceğine inanmaları olduğunu kabul etmekteyiz. Çünkü hem Evs ve Hazreç ve hem de Yahudi kabileleri kendi aralarında sürekli savaş ve çekişme içindeydiler ve aynı zamanda müttefik oldukları kabilelerin birbirleriyle savaşmaları yüzünden de aralarında bir türlü barış sağlanamamaktaydı. Kendi aralarında sağlayamadıkları birlik ve dirliğin, kendilerinden olmayan birinin başkanlığında daha kolay oluşturulabileceğine inanmış olmaları anlaşılır bir durumdur. Ayrıca sayıca kendilerinden çok çok az olan tüm Müslüman nüfusun ileride toplulukları için herhangi bir tehlike oluşturabileceğine ihtimal vermemeleri de muhtemeldir. Çünkü Yine Allah Resulü’nün, hicretten hemen yaptırdığı nüfus sayımında, Medineli Müşrikler, Muhacir ve Ensar tüm Müslümanların toplam nüfusunun yaklaşık iki katı ve Yahudiler de, müşrik ve Müslümanların toplam sayılarının iki katı kadardılar.

Hz. Peygamber’in başkanlığını yaptığı Medine Devleti’nin teokratik olduğu kabul edilebilir. Çünkü o, devlet başkanlığı esnasında vahiy almaya devam etmektedir yani Allah ile irtibatı ve Allah adına icraatı söz konusudur. Böyle bir durum İslam tarihinde hiçbir dönem için söz konusu edilemeyeceğine göre, Hz. Peygamber’e mahsus olan bu durum, başka hiçbir kimseye de teşmil edilemez. Ancak Müslümanlarca herhangi bir zamanda ve yerde kurulan herhangi bir devlet, olsa olsa kendi geleneklerine göre kurdukları bir devlet olarak meşru kabul edilmelidir.

Bu bağlamda nas olarak kabul edilen metinlerde, devlet ve hükümet biçiminin değilse de, yönetim ilke ve prensiplerinin ilahî emirler halinde sıralamış olduğunu söylemek mümkündür. Mesela fitne kötülenip düzen övülmüş (“Fitne, adam öldürmekten daha büyük bir faciadır.” Bakara, 2/217); itaat övülüp (Ali İmrân, 3/23, Nisâ, 4/59) isyan yerilmiş (Nisâ, 4/14, 33 Ahzab, 33/36, Teğabün, 64/12); adalet ve hukuk öne çıkarılıp (Nisâ, 4/58, Nahl 16/61, 126, Sa’d, 38/26) zulüm ve keyfilik yasaklanmış (Nisâ, 4/168, Maide, 5/72); imtiyazlı sınıflar reddedilip eşitlik getirilmiş (“Lâ rahbâniyyete fi’l- İslam”, Ahmed b. Hanbel, Müsned, s. VI,226); vatandaşların, müslim ve gayri müslim diye ayırt edilmeyip hepsine eşit muamele edilmesi öngörülmüş (Hucurât, 49/13. Bu ayrımsızlık tebeiyyet/vatandaşlık açısındandır. Yoksa tabii ki, insanlar müslim veya gayri müslimdir.); barış övülmüş ve savaşın da ana sebebi görülmüş (Bakara, 2/208, Enfâl, 8/1, Hucurât, 49/9-10); şura ve istişare emredilmiş, yönetime katılmada cinsiyet ayrımı gözetilmemiş (Ali İmrân, 3/159, Şûrâ, 42/36-38); emanet, liyakat, ehliyet, eşitlik (Nisâ, 4/58), kanunilik (Ahzab, 33/36), insan haklarına saygı (Nisâ, 4/135, Mümtahine, 60/8), hürriyet (Necm, 53/38, Fatır, 35/18, Şûrâ, 42/40) vb. hususlara riayet emredilmiştir. ( Bkz. M. Said Hatipoğlu, “İslâm’da İlk Siyasî Kavmiyetçilik: Hilafetin Kureyşliliği”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1978, sayı: 23, ss. 121-213, 141-142)

Tam bu bağlamda şunu da ifade etmek gerekmektedir ki, İslam Devleti olarak bahsettiğimiz bu devletin hukukundan “Şeriat/Şer’î Hukuk” olarak bahsedilmesi, devletin “hukuk devleti” olması anlamındadır. Çünkü Hz. Peygamber, devletini Kur’an’dan aldığı hükümlerle yönetmiş; daha sonraları buna içtihatlarını da eklemiştir. Bu yüzden tarih boyunca Müslüman devlet adamları da, yönetim ilkelerini Kur’an, sünnet ve içtihatlarla sürdürmüşlerdir.

Yine Hz. Peygamber döneminde dini ve siyasi işlerin ayrılmaz görünmesinin, onun şahsıyla alakalı olduğu göz ardı edilmemelidir. Çünkü dinî otorite ile siyasî otorite Hz. Peygamber’in şahsında toplanmaktadır. O camisinde imam olarak müminlerin önüne geçip namaz kıldırmakta; savaşta ordunun başına geçip kumandan olarak ve barışta yönetim kademelerinin başında bir icracı olarak görev yapmaktadır. Hayatta olduğu müddetçe peygamberlik, dinî başkanlık, kanun koyuculuk, muallimlik, baş hakimlik, ordu komutanlığı ve devlet başkanlığı fonksiyonlarını şahsında toplamış ve bunları ifa etmiştir. (Bkz. Davut Dursun, Siyasî-İdarî Sistemle İlişkileri Açısından Din Bürokrasisi Yapısı, Konumu ve Gelişimi, İşaret Yay., İstanbul 1992, s. 95) Hz. Peygamber dönemine has bir yöntem olarak kamu işlerinde görevlendirilenlerin, devamlı devlet memuru niteliğinde olmadıkları, görevlerini bitirdikten sonra kendi işlerine döndükleri bilinmektedir. Modern bürokrasilere has bir nitelik olan memurların hayat boyu bir işte kalmaları ve genellikle aynı işten emekli olmaları, İslâm Devletinin ilk yıllarında görülmemektedir. Zira o dönemlerde rasyonel kriterlere göre örgütlenen bir kamu bürokrasisinin varlığından henüz söz edilememektedir. (Bkz Dursun, s. 93)

Müstakil siyasî hayatına başladıktan sonra, ilk İslâm devletinin başkanı olarak Hz. Peygamber, İslâm davasını her durumda temsil etmek durumunda idi. Bu temsilciliği şahsen yerine getiremediği durumlarda, yerini vekillerine bırakıyordu. Vergi toplamak veya herhangi bir tahkikatta bulunmak gibi kısa vadeli işlerin dışında Hz. Peygamber devrinde merkezin idare salahiyetlerini en geniş ölçüde haiz bulunan temsilcilikler, ordu komutanlıkları ile bazı büyük şehirlerdeki valiliklerdir ki, bunların başında bulunan zatların umumî vazifesi “idaresindekilere namaz kıldırmak, onlarla cihada çıkmak ve onları siyaset (idare) etmektir.” (Bkz. J. Pedersen,  “Mescid”, İA, VIII,42-43; R. Strotmann, “Şia”, İA, XI,502; Julius Welhausen, Arap Devleti ve Sükutu, Çev. Fikret Işıltan, Ankara Üniv. İlahiyat Fak. Yay., Ankara 1963, s. 12)

Hz. Peygamber’in Medine’de, devletin örgütlenmesini dinin örgütlenmesiyle birlikte gerçekleştirdiği gözlenmektedir. Çünkü o hayatta iken onun dinine inananlar, hem dinî bir cemaat hem de siyasî bir topluluk (ümmet) olarak örgütlenmişlerdir. İnanmayıp da onun örgütlemesine tabi olanlar ise, sadece ümmetin içinde yer alan siyasi gruplardan ibaretti. Bernard Levis’in dediği gibi; “Peygamberin sahabeleri Sezar’la Tanrı arasında bir seçim yapmak durumunda değillerdi. Çünkü İslâm’da Sezar yoktu, sadece her şeye hükmeden bir Allah ve onun Resulü olan Hz. Muhammed (s) vardı, her şey tekti; Allah da, kanun da, egemenlik de.” (Dursun, s. 107)

Yine tam burada ifade etmelidir ki, Hz. Peygamber dönemi için kuvvetler ayrılığından tabii olarak söz edilemez. Çünkü herhangi bir idareci Allah Resulü gibi değildir. Resulullah hayatta iken, kimsenin onun sözünün üstüne bir söz söylememesi ve hem yasama ve hem de yürütme anlamında hiçbir kimsenin ondan daha yukarıda ve ondan daha layık görülmemesi son derece normal ve doğrudur. Bizler de o dönemde yaşayacak olsaydık, herhalde Hz. Peygamber varken bir başka kimsenin sözüne itibar etmez, başkasına müracaat etmez, başkasınca yargılanmayı düşünmez ve her hususta öncelikle ona itibar ederdik. Ayrıca henüz kurumsallaşma ve hatta devletleşme bile tamamlanmamış ve birçok kurum henüz oluşmamıştır. Bütün bunlar nazarı itibara alınınca, İslam düşüncesinde “kuvvetler ayrılığının olmadığını” değil, sadece kurucu döneme mahsus bir takım özelliklerin mevcudiyetinin dikkate alınması gerektiğini özellikle vurgulamak istiyorum.

Allah Resulü’nün devlet başkanlığının tezahür alanları ve tasarruflarından bazıları da şunlardır: Diplomasi, komutanlık, davet mektuplarının gönderilmesi, elçilerin kabul edilmesi, savaşa veya barışa karar verilmesi, atama veya görevlendirmeler yapılması, vergi toplanması, devlet adına harcama yapılması, hakların ve suçların takibi, suçluların cezalandırılması veya infazı gibi çok sayıda örnekler mevcuttur. Ancak özenle ve ısrarla vurgulamalıyım ki, tüm bunların Allah Resulü’nün risaletini ilgilendiren cihetlere sahip olduğu da göz ardı edilmemelidir.

SONUÇ

Hz. Peygamber’in risalet pozisyonu onun liderliğini tabii olarak gerektirmektedir. Ancak devlet başkanlığı anlamındaki liderlik, Medine dönemi için söz konusu olup, hicretten sonraki görüşmelerinde Arap ve Yahudi kabilelerinin ileri gelenleri, Medine Şehir Devletinin başkanı olarak Resulullah’ı şahsen seçmiş ve tanımışlardır.

Resulullah’ın devlet başkanı olarak seçimi, “hayatı boyunca, ölünceye kadar”dır. Bu, Araplardaki kabile geleneğinin tesiriyle olmalıdır, çünkü kabileler başkanlarını ömür boyu için seçerlerdi. Ancak diğer yandan o zaten ölünceye kadar Allah’ın Resulüdür de.

Yasama, yürütme ve yargı gücü kimsenin değil, Allah ve Resulünün elindedir. Bu, İslâm devletinin hukuka dayanan devlet olduğunun da ifadesidir.

Hz. Peygamber, her alanda olduğu gibi, toplum halinde yaşamak zorunda olan müslümanlara devlet kurarak ve kurduğu devlete bizzat başkanlık yaparak da örnek olmuştur.

Bağlayıcılık bakımından bu örnekliğin ve Medine’de gayri Müslimlerle yaptığı sözleşmenin, diğer hadis ve sünnetlerle aynı sınıflar içerisinde değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyim. Çünkü şartların gerçekten çok değişmesinden dolayı, bu antlaşma da bir müddet sonra kendiliğinden yürürlükten kalkmıştır. Ancak bize göre asıl olan, devlet yönetiminde anayasaların, antlaşmaların, kurumsallaşmaların ve içtihatların yapılabileceği/yapılmasının gerekliliği, bunların zaman ve şartlara uyarlanabilecek yapı arz etmesi, ayrıca İslam’ın umumî ve yönetim ilke ve prensiplerinin göz önünde tutularak icraata gidilmesidir.

0
be_endim
Beğendim
0
dikkatimi_ekti
Dikkatimi Çekti
0
do_ru_bilgi
Doğru Bilgi
0
e_siz_bilgi
Eşsiz Bilgi
0
alk_l_yorum
Alkışlıyorum
0
sevdim
Sevdim
Yönetici Olarak Hz Peygamber
Yorum Yap
Giriş Yap

İZSAM ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!