Dokuz Eylül Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, İslâm Tarihi ve Sanatları Bölümü, (e mail: hanefim@yahoo.com, hanefim@deu.edu.tr)
Tarih içerisinde İslam toplumlarında bilim dilinin Arapça, belli bir dönemden sonra da edebiyat dilinin Farsça olması şeklindeki genel kabul, beraberinde getirdiği bir takım geleneksel paradigmaların olmasına/oluşmasına yol açmıştır.
Tarih içerisinde İslam toplumlarında bilim dilinin Arapça, belli bir dönemden sonra da edebiyat dilinin Farsça olması şeklindeki genel kabul, beraberinde getirdiği bir takım geleneksel paradigmaların olmasına/oluşmasına yol açmıştır. Bunlar gerek Araplar ve gerekse Arapça ile alakalı geleneksel bir takım algılardır. Bu son derece tabii ve kaçınılmaz olarak vuku bulmuştur. Tabii ve kaçınılmazlıkla kastettiğim şeyin, bunun ilahi bir yanının olmadığını vurgulamak için olduğu açıktır.
Bununla birlikte burada göz ardı edilmemesi gereken husus, böylesine bir olguya nüzul asrında rastlanıp rastlanmadığıdır. Eğer bir anlayış, nüzul asrında yani Kur’an’da ve siyerde varsa onun dinî, değilse din kültürü/dinî kültür olduğu yani tarih boyunca oluşan dinî düşünceyle alakalı ve dinî kültürün bir parçası olduğunu düşünmemiz gerekmektedir.
Bunu şöyle örneklendirmenin uygun olacağını düşünmekteyim. Toplumda özellikle deist veya ateistler tarafından sorulan sorular arasında, “Allah’ın, neden tüm peygamberleri Ortadoğuya gönderdiği?” sorusu da yer almaktadır. Onların böyle diyerek bundan zoraki bir sonuç çıkarmaya çalışmalarının yanında bu şekilde soru sorulmasının sebebinin dinî kültür olduğunu söylemek istiyorum. Onlar tüm dinlerin Ortadoğu bölgesine gönderilmesini zaman ve mekana bağlayarak, dinlerin “zamansal” ve “mekânsal” olduğunu iddia etmektedirler. Öncelikle Kur’an’ın onların bu husustaki iddialarını besleyecek somut bir içerik taşımadığını söylemek durumundayım. Ancak Kur’an’ın ve önceki kitap ehlinin muhataplarının Sami kavimlere mensup olması, bu kitaplarda bahsedilen konuların da tabii olarak Sami kavimlerin ortak kültürüne ait olmasını zaruri kılmıştır. Bu, mesajın anlaşılması ve tatbikata geçirilmesi için gerekli ve önemlidir. Yani Kur’an, peygamberlerin Ortadoğu’ya gönderildiğinden değil, Ortadoğu’ya gelen peygamberlerden bahsetmektedir. Buradan hareketle tespit ettiğimiz sünnetullaha göre, ilahi mesaj/vahiy, muhatapların anlayıp hidayete ermelerini hedeflediği için her zaman muhataplarının kültürüne göre (din, dil, tarih, mit, anane, müzik, folklor, sanat, zanaat, teknik vd.) inmiştir. Buna göre de, Allah insanlıkla en son Hz. Muhammed vasıtasıyla, VII. asrın Arapçası ve Arabistan’ı üzerinden konuşmuştur. Buradan hareketle, eğer ilahi mesaj Orta Asya’ya gelseydi Türkçe olarak geleceği ve Türk kültürünün bütün unsurlarını bünyesinde barındıracağını iddia edebiliriz. Öyleyse kaçınılmaz olarak Kur’an’ın anlaşılması, nüzul döneminin bütün yönleriyle bilinmesini gerektirmektedir.
Diğer yandan Kur’an’ın Ortadoğuya gelen peygamberlerden bahsetmesi, diğer bölgelere peygamberler gönderilmediği anlamına gelmediği gibi, Peygamberimizin de Allah’ın yeryüzüne gönderdiği peygamberlerin sayısının 120 bin civarında olduğunu söylemesi de bunu teyit etmektedir. Nitekim Buda, Zerdüşt, Mani, Konfüçyüs ve Sokrat gibi isimlerin de peygamber olabileceğine dair iddialar da bu konular konuşulurken göz ardı edilmemelidir. Kaldı ki ahiretin ve orada her türlü hesap sormanın yetkilisi Allah’tır, o da zaten “peygamber göndermediği toplumların hesaba çekilmeyeceğini söylemektedir (“Her kim ki doğru yolu izlemeyi seçerse, bunu kendi iyiliği için yapmış olacaktır. Ve her kim ki yoldan saparsa, bu kendi kötülüğüne olacaktır; kimse kimsenin yükünü taşıyacak değildir. Ayrıca, Biz, [kendilerine] bir elçi göndermeden ²⁰ [yaptığı haksızlıklardan ötürü hiçbir topluma] azap etmeyiz.” (İsrâ 17/15) ve ayrıca “Bununla birlikte, yine de senin Rabbin hiçbir toplumu, kendi içlerinden onlara mesajlarımızı okuyup açıklayacak bir elçi göndermedikçe yok etmez; ve yine Biz hiçbir toplumu, üyeleri birbirlerine zulmetmeyi yol olarak benimsemedikçe, yok etmiş değiliz.” (Kasas 28/59)).
Kureyş ve Arapçılık
Ayrıca konuyla ilgili önemli bir husus daha vardır ki o da, Hz. Peygamber’in, Raşid Halifelerin, Emevilerin ve Abbasilerin Kureyş kabilesinden olması münasebetiyle Arap olması ve Arapçı bazı unsurların rivayet şeklinde veya bazı metinlerde mitlere bürünerek karşımıza çıkmasıdır. Kur’an, “Ey insanlar! Bakın, Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve sizi kavimler ve kabileler haline getirdik ki birbirinizi tanıyabilesiniz. Şüphesiz, Allah katında en üstün olanınız, O’na karşı derin bir sorumluluk bilincine sahip olanınızdır. Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdar olandır.” (Hucurât 49/13) ayetini açıkça beyan etmesine ve Allah Resulü de hayatı boyunca bu tür üstünlük ve ayrıcalıkları ortadan kaldırmak için mücadele vermesine rağmen maalesef İslam kültürünce bir Arap üstünlüğü ve Arapça efdaliyeti anlayışı var olmuştur. Dolayısıyla “Arabın (Kureyş’in) ne üstünlüğü var?” şeklindeki bir sorunun cevabının da dinî değil siyasi-kültürel olduğunu söylemek durumundayım. Zaten bir dinin herhangi bir meslek, ırk, dönem ve bölge insanını, sırf bir meslek sahibi olduğu, sırf bir dönemde yaşadığı ve sırf bir bölgede bulunduğu/doğduğu için üstün görmesi, onun ilahî menşe’li olmadığının da delili olmalıdır veya Yahudilikte olduğu gibi tahrif edilerek dönüştürüldüğünün delilidir. Meseleye İslam dini açısından baktığımızda onda böyle bir üstünlük anlayışının olmadığını göreceğimizi, ancak dinî kültürde maalesef herhangi bir şekilde yer bulmuş olduğunu söyleyebilirim. Bu yüzden Araplara ve Arapçaya karşı yapılacak övgü ve yergilerin dinle bir ilgisi olmadığı, bu konuda söylenen ve Allah Resulü’ne nispet edilen rivayetlerin sahih olanlarının göstergelerinin Allah Resulü’nün dönemindeki herhangi bir siyasal ve sosyal olayla ilgili olduğunu diğerlerinin ise tamamen sosyal, kültürel ve siyasal sebeplerle üretilmiş olduğunu söyleyebilirim.
Ancak burada özenle ve özellikle dikkat edilmesi gereken husus, Kur’an’ın anlaşılması için Arapça ve özelliklerinin unutulmamasıdır. Çünkü dil, bir toplumun her türlü özelliğini içinde barındırır. Mesela ataerkil bir topluma hitap eden Kur’an’ın, ataerkil/eril bir dil kullanmasının gereği gözardı edilmemelidir. O toplumun yani mümin olsun kafir olsun, Ebu Bekir olsun, Ebu Cehil olsun doğrudan muhatapları tarafından anlaşılması için doğrudan onlara ait ne varsa Kur’an onları kullanarak mesajını iletmek durumundadır. Maksadı hidayet olan bir hitabın, bilim, hukuk, tarih vb cinsten metinler gibi okunması doğru olmasa gerektir.
Her Şeyi Özellikle Toplumsal Kusurları Dine Mal Etme
Bu konuda yürütülen tartışmalardan bir diğeri de, günümüzdeki sosyal ve siyasal yapılanmaların dine mal edilerek dinin aşağılanmaya çalışılmasıdır. Mesela, “Madem İslam dini ilme mani değil, neden Müslümanlar/Müslüman ülkeler ilimden uzak?” Veya “Madem İslam dini ilerlemeye mani değil, Müslüman ülkeler keşif yapamıyor veya her yönden geriler?” Bu tür soruları sorulanların tarihe bakmadan konuştukları açıktır. Çünkü sordukları soruların içeriği olan bu olumsuz yapı, yaklaşık 300 yıldır yaşanmakta, daha geriye gidildiği zaman ise mesela ortalama 900 yılından 1700 yılına kadarki süreç yani 800 yıl boyunca hem ilim ve hem de ilerilikte İslam dünyası en öndeydi. Ve birilerinin sorduğu yukarıdaki soruları muhtemelen o zamanların şimdi her yönden ileri ve gelişmiş olan Hristiyan dünyası söylüyordu. Bu da şu anlama gelmektedir. İlmi ve toplumsal ilerlemenin/gelişmenin veya gerilemenin doğrudan dinle bir ilgisi yoktur ve olamaz da, çünkü olsaydı, dün Müslümanlar bugün de Hristiyanlar ileri veya geri olmazlardı. Bu yüzden bu tartışmanın din değil toplum ve siyaset üzerinden tartışılması daha doğru olmalıdır. Kaldı ki ne Kur’an’ın bir ayeti ne de Resulullah’ın bir ifadesi, ilme ve gelişmeye engel olacak bir ifade ve teşvik içermektedir. Dolayısıyla Müslümanların bugünkü halinin doğrudan dinle ilgisinin kurulması, kasıt değilse tutarsızlıktır.
Bu iddianın bir benzeri, “Madem Allah insanların rızkına kefildir (“Yeryüzünde yaşayan hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah’a bağlı olmasın; ayrıca O, her canlının [yeryüzünde] yaşama süresini de, [ölümden sonra] yerleşip kalacağı yeri de bilmektedir: ⁹ Bütün bunlar apaçık bir kitapta yer almış bulunmaktadır.” (Hud 11/6)), neden yeryüzünde çok sayıda açlıktan ölümler olmaktadır?” Yeryüzünde açlıktan ölümlerin olmasının sebebinin Allah olduğunu söylemek gibi anormal bir iddia olabilir mi? Allah mı insanların rızıklarını kesmiştir veya ulaşmalarına engel olmuştur, yoksa insanlar mı, Amerika mı, kapitalist sömürgeciler mi? Allah yeryüzündeki bütün insanlara fazlasıyla yetecek kadar rızık göndermiş ve paylaşılmasını emretmiştir, ancak insanlar kendi aralarında bunu yapmamaktadırlar. Dolayısıyla böyle komik bir iddianın benzeri de aynı şekilde “din yüzünden geri kalmak” iddiasıdır.
Müslümanların Ahlaksızlığı
Günümüzde toplumumuzda da en çok şikâyet edilen hususlardan biri, dindarlığımızın ahlaksız olmasıdır. Yani Müslüman toplumun haline bakınca bizler ibadet eğitimini verdiğimiz topluma/çocuklarımıza ahlak ve nefis eğitimi vermediğimiz anlaşılmaktadır. Bu yüzden zelil, kaba, bencil, kibirli, vurdumduymaz, ilgisiz ve kendine ve geleneğine yabancılaşmış bir Müslüman nesil ve toplumlar oluştu. Bu da bize göstermektedir ki, hiçbir ideal ve mükemmel teori, sırf ideal ve iyi bir teori olmak itibarıyla başarılı olamamıştır. Tıpkı din kardeşliğinin uyulması gereken ilkelerinden uzaklaşıldığı zaman, “din kardeşliği ideali/emri”nin tarihin hiçbir döneminde neredeyse işe yaramadığı gibi. Allah bize, “dindaşlarımızı kardeşimiz gibi görmeyi ve kardeşle aynı muameleye tabi tutmamız gerektiğini” emretmiş/öğretmiş ama muhataplarını bunu dillerinde çok söylerken, bunu gereği olan hususları göz ardı etmiş ve onu korumak için gerekli tedbirleri almamışlardır.
Arap Örfü/İslam Dini
Bugün İslam’a karşı yönetilen tenkitlerin başında, “İslam’ın veya İslam’ın büyük bir kısmının Arap örfü olmasına rağmen, din olarak kabul edildiği ve bunun da yanlış olduğu” iddiasıdır. İşin içinde olanlar çok iyi bilmektedirler ki, ilahiyat fakültelerinde dün olduğu gibi bugün de en çok tartışılan hususların başında, “Kur’an ve hadislerin/sünnetin ne kadarının veya hangilerinin din, hangilerinin de Arap örfü olduğu” hususu gelmektedir. Bu husus, oldukça zor olup, ciddi uzmanlık ve geniş bakış açısı isteyen bir yaklaşımı gerektirmektedir. Ancak öncelikle belirtmek gerekmektedir ki, din hakkında konuşmayı seven ateist ve deistlerin, bu konuda gereğinden fazla konuşarak her şeyi örfe çektikleri dolayısıyla onların bakış açısından insanların elinde din hususunda sadece inanç konularının kaldığını belirmek gerekmektedir. İkinci olarak zaten pek çok açıdan tartışmalı olan husus, bazen rivayet ve bazen gelenek yoluyla bize kadar gelen sünnetlerin de, bir kısmının Arap örfü veya Peygamberimizin dini olmayan uygulamaları olmasıdır. Bu konuya basit de olsa şu örneği vermek konunun anlaşılmasına katkı sağlayacaktır: “Resulullah’ın sakalı vardır, sakalı tavsiye etmiştir, öyleyse sakal bırakmak, sünnettir.” iddiasına katılmayı doğru bulmuyorum. Resulullah’ın sakalının olması ve ondan bahsetmesi, onun sünnet olmasını gerektirmez, çünkü sakal, dinî bir konu değildir. Ne iman, ne ibadet, ne muamelat ve ne de ahlak içerisinde görülemez; bu yüzden dinî bir husus, dolayısıyla sünnet olarak görülemez. Tamamen örfe ve ferdî veya toplumsal tabii hallere bağlı olan birçok hususun “dinî” kabul edilmesindeki tartışalar, günümüzde de dinin eleştirildiği alanlara fırsat vermektedir. Bu hususta “ortaçağda tüm erkekler umumen sakallı, sakallı olmayan ya kadın ya da başka hali olanlardı; sakal ve hatta saç uzatmak erkeklik hali gibiydi” şeklinde çok şey söylenebilir ancak konumuz bu olmadığı için daha uzatmak istemiyorum.
Sahabe Olayları
Peygamber sonrası toplumda yani “Raşid halifeler Dönemi” olarak bahsedilen dönem toplumunda vuku birçok olayın, sahabe veya başkaları tarafından yapılması, dinle ilgili bir konu olarak ele alınamaz ve yüzden de onlar üzerinden dine (Kur’an ve Peygamber’e) laf atılamaz. Çünkü İslam düşünce geleneğinde, birçok kimse, Raşid Halifelerin uygulamalarını “dinî” karakterde görüyorsa da bu kabul edilemezdir. Ancak bu iddianın Şia’nın “ehl-i beyt”e yüklediği anlama bir reaksiyon olarak ortaya atıldığı anlaşılabilirdir. Bunun gibi sahabenin kendi aralarındaki çeşitli çekişme ve kavgaları, İslam aleyhinde değerlendirmek yerine, bunların dini değil, siyasi olduğunu görerek doğru bir tarih okuması yapılması gerektiğini söyleyebiliriz.
Peygamberden Önce Arap Tarihinin Yokluğu
Bazıları da “Arap tarihinin olmadığını, Peygamberle birlikte uydurulduğunu” iddia etmektedirler. Bunu söylemek, Hunlardan önce Türkler yeryüzünde yoktu, çünkü onlar hakkında bir bilgi yok” demeye benzemektedir. Ehli bilir ki, kayda girmeyen şey, tarihin konusu olmaz; bu doğrudur, ancak varlığın konusu olabilir. Tarih biliminin onu incelemesi çok asırlar sonra olabileceği gibi, hakkında sadece efsanevi bilgilerin olması da, o olgunun yokluğuna delil olmaz. Nitekim Arapların Hz. İbrahim’e (a) kadar götürdükleri bir tarihleri söz konusu olsa da dünya tarihine olan etki ve katkılarının azlığı, onların bilinip öne çıkarılmasına mani olmuştur.
Kısaca Araplar ve Arapçılık iddiaları hususunda “din” lehine ve aleyhine serdedilen bazı hususları kısaca konuşmak ve gündeme getirmek istediğim bu yazı, çok daha geniş tartışmaların yapılabileceğini de ima etmektedir.